10.04.2009, 17:41 | #1 |
|
Makro Ekonomi
Makro Ekonomi
Makro ekonomi, ekonominin bir bütün olarak işleyişi ile ilgilidir. Mal ve hizmet üretimi, ekonomik kalkınma, enflasyon, istihdam, ödemeler dengesi, faiz oranlan ve döviz kurları makro ekonominin konuları arasındadır. Tüketim ve yatırım kararlarının alınması, ücret ve fiyat değişmeleri, para ve maliye politikaları, iç ve dış borçlanma ile ilgili olarak alınacak kararlar makro ekonominin ilgi sahasına girer. Makro ekonomi, uzun dönem ekonomik kalkınma ve kısa dönem dalgalanmaların sebeplerini araştırır. Ekonominin gelişme yönündeki uzun dönem trendi, nüfus artışı ve teknolojik gelişme gibi yavaş büyüyen faktörlere bağlıdır. Bunun yanında gerileme dönemlerinde, bir başka ifade ile toplam üretimin azaldığı dönemlerde, ekonomi normal büyüme trendinin altına düşer. Makro ekonomi, bu olayların sebeplerini, ekonomik analiz prensiplerinden hareketle çözmeye çalışır; büyümeyi hızlandıracak, dalgalanmaları azaltacak politikalar üzerinde ağırlıkla durur. Bu notlarda yer verilen makro analizler, büyük ölçüde serbest piyasa mekanizması için geçerlidir. Serbest piyasa mekanizmasının temel esasları; kişilerin iktisadi karar ve davranışlarında serbest olmaları, üretim ve tüketim malları üzerinde kişisel mülkiyet hakkının bulunması şeklinde özetlenebilir. 1. Mikro Ekonomi ve Makro Ekonomi Mikro ekonomi tek tek; hane halkları, firmalar ve kaynak sahipleri gibi ekonomik birimlerin davranışları ile ilgilidir. Mikro ekonominin öğreti alanlarına bazı örnekler verecek olursak; ürün fiyatlarının belirlenmesini, kiraların kontrol altına alınmasının binalaşmaya etkisini, tarım ürünleri ithalatının çiftçi gelirleri üzerine etkilerini, çocukların çalıştırılmasına getirilen yasakların işçi ücretleri üzerine etkilerini, fabrika atıklarının çevreye verdikleri zararların ölçülmesini sayabiliriz. Makro ekonomi ise parça ile değil, bütün bir ekonomi ile ilgilenir. Bazı örnekler verecek olursak; milli gelir, gelir dağılımı, ekonomik kalkınma, hükümet borçlanmaları, enflasyon, istihdam ve bunlar gibi ekonominin bütününü etkileyen konular makro ekonominin ilgi sahasını oluşturur. Makro ekonomi belirli piyasalardaki fiyat oluşumları ile ilgilenmez. Makro ekonomide farklı mallarla ilgili piyasalar; örneğin tarım ürünleri piyasaları, otomobil piyasası, sağlık hizmetleri piyasası, ve diğerleri bir bütün olarak ele alınır ve incelenir. Makro ekonomi açısından işgücü piyasasına bakış ta aynıdır. İşgücünün ayrımına inilmez ; nitelikli ve niteliksiz işgücü ayıtımı bile söz konusu değildir. Makro ekonomide bu iki piyasa gibi, varlık piyasası da bir bütün olarak ele alınmaktadır. Pınar Su ile Erdemir, Transtürk Holding ile Borusan, Arçelik ile Ülker makro ekonomide bir aradadır. İşte bu anlayış sayesinde mal, hizmet ve varlık piyasaları arasındaki ilişkiler daha rahat bir şekilde incelenebilir. Ancak ayrıntılara yer verilmemesinin, bazen varılan sonuçlan etkileyebileceği de dikkatten uzak tutulmamalıdır. Mikro ekonomide inceleme dışı bırakılan (veri kabul edilen) unsurlar, makro ekonomide değişken konumundadır. Diğer taraftan mikro ekonominin incelediği değişkenler de makro ekonomide veridirler. Örneğin, mikro ekonomide; toplam üretim, genel fiyat seviyesi, istihdam veri kabul edilerek inceleme dışı bırakılırken, aynı unsurlar makro ekonominin incelediği, araştırdığı, belli başlı değişkenlerdir. Diğer taraftan mikro ekonominin incelemeye aldığı değişkenler; ürün fiyatları, işletmelerin üretim seviyeleri, tüketici tercihleri makro ekonomide veri durumundadır. Bu açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi bu iki bilim dalı birbirinden tamamen bağımsız olmayıp iç içedirler. Biri (makro), diğerinin (mikro) toplamıdır. Böyle bir ayırıma gidilmesinin iki sebebi vardır. Her şeyden önce bu ayrım sayesinde iktisadi hayattaki değişmeleri daha rahat bir şekilde yorumlamak mümkün olmaktadır. İkinci olarak bir kişi veya firma için geçerli olan bir amacın, o kişinin veya firmanın içinde yer aldığı toplum açısından geçerli olmaması pekala mümkündür. 2. Makro Ekonominin Gündemindeki Konular Makro ekonominin gündemindeki konulardan biri enflasyondur. Enflasyon, genel fiyat seviyesindeki sürekli artış olarak tanımlanabilir. Enflasyon oranı ise, fiyatlar genel seviyesinde, bir önceki yıla göre artış oranıdır. Enflasyon oranının hesaplanmasında çeşitli ölçülerden yararlanılmaktadır, bunlar ikinci bölümde açıklanacaktır. Bununla birlikte bir fikir vermek gerekirse aşağıdaki eşitlikten yararlanılabilir. Eşitlikte TEFE toptan eşya fiyatları endeksini, t, enflasyonu hesaplanacak yılın toptan eşya fiyatları endeksini, t-1 ise bir önceki yılın endeksini göstermektedir. Enflasyon oranı = ((TEFE,-TEFE u)/(TEFEt-ı))x 100 Türkiye'de enflasyon 60'lı yıllarda tek rakamlı oranlardan 70'1i yıllarda yüzde 30'lara, 80'li yıllarda yüzde 40'lara ve 90'lı yıllarda yüzde 70'lere yükselmiştir. Gelişmiş ülkelerde yüzde 10'luk enflasyonun bile çok yüksek sayıldığı dikkate alınırsa, Türkiye'nin problemi daha iyi anlaşılır. Bununla beraber bazı dönemlerde enflasyonun üç, hatta dört rakamlı seviyelere çıktığı ülkelere de sıkça rastlanmaktadır. Bu durum hiper enflasyon olarak ifade edilmektedir. Yakın tarihlerde (1980'li yıllar) benzeri bir durum bazı Latin Amerika ülkelerinde (Arjantin, Bolivya, Brezilya, Nikaragua, Peru) ve Rusya'da yaşanmıştır. Rusya'da enflasyon 1992 yılında yüzde 1000 seviyesini aşmıştır. Enflasyonu düşük tutmanın yollan nelerdir ? Enflasyon yüksekse, üretimin düşmesine yol açmadan nasıl düşürülür ? Bu soruların cevaplarının, merkez bankasının yürüteceği para politikalarına bağlı olduğunu savunanlar olduğu gibi, sorunun çözümünün çok daha kapsamlı olduğunu ileri sürenler de vardır. Makro ekonominin gündemindeki konulardan biri de işsizliktir. İşsizliğin normal seviyeyi aşmasının sebep ve sonuçlan nelerdir ? İşsizliği azaltmanın yolları nelerdir ? Bazıları devletin bu konuda aktif bir maliye politikası izlemesi gerektiğini, örneğin kamu harcamalarını artırma yoluyla talep oluşturmasını, yeni iş sahaları açmasını, vergileri azaltmasını savunurken, diğerleri bu müdahaleleri pek de yararlı bulmamaktadırlar. İkinci görüşü savunanlara göre devlet, belki işsizlik tazminatını belirlemekle yetinmeli, bunun dışında işsizliği azaltma yönünde aktif bir rol almaktan kaçınmalıdır. Enflasyon ve işsizlik konulan 8 ve 9. bölümlerde ayrıntılı olarak işlenecektir. Bir diğer konu ekonomik büyümedir. Ekonomik büyüme, üretime ayrılan kaynakları artırarak veya mevcut kaynaklan daha verimli kullanarak üretim imkânlarının geliştirilmesidir. Neden Türkiye'de ortalama büyüme yılda yüzde 4-5 dolaylarında iken, Amerika Birleşik Devletlerinde bunun yansı kadardır ? Eksi büyümenin (gerilemenin) sebepleri nelerdir ? Bazılarına göre hızlı büyüme, alt yapı ve teknoloji alanlarında devletin takip edeceği aktif politikalara bağlıdır. Diğerleri ise büyümenin ancak asgari düzeyde devlet müdahalesi ile sağlanabileceğim ileri sürmektedirler.( Ekonomik büyüme ve kalkınma, uzun dönem meseleler olup kalkınma ekonomisi dersleri kapsamında işlenmektedir.) Tartışma konuları burada anlatılanlarla sınırlı değildir. Örneğin döviz kurlarını hükümetlerin tespit etmelerinin doğru olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Bazılarına göre hükümetin belirleyeceği sabit kurlar, enflasyonun kontrolü açısından gereklidir. Aksi görüşü savunanlar ise, çözümün serbest piyasaya koşullarında aranmasının en iyi olacağını ileri sürmektedirler. 3. Düşünce Okulları Makro ekonomiyle ilişkin çözüm önerileri çok çeşitli başlıklar altında toplanabilir; klâsik görüş, Keynes'ci görüş, monetaristler, aktivistler, aşırı monetaristler, arz yanlıları, yapısalcı görüş, rasyonel bekleyişler, ardışık kuşak yanlıları, reel konjonktür teorilerini ortaya atanlar bunlar arasındadır. İhtiyaç hasıl oldukça bu teorilere yenilerinin ekleneceği muhakkaktır. Bu güne kadar ortaya atılan teoriler iki genel başlık altında toplanabilir : (1) ekonomiye ilişkin sorunların çözümünde piyasa mekanizmasına ağırlık veren görüş, (2) devlet müdahalesini ön görenlerin görüşleri:Birinci grup Klâsik Okul, ikincisi ise Keynes'ci Okuldur . "Klâsik ekonomistler" ifadesini ilk kullanan Marx'dır. Marx bu terimle David Ricardo (Principals of Political Economy,1817), James Mili ve onu takip edenlerin ekonomik görüşlerini özetlemiştir. Keynes bu ifadeye 18 yüzyıl sonlarında, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında yaşayan İngiliz bilim adamları, Adam Smith (Wealth of Nations,1776), Alfred Marshall (Principles of Economics,1890) ve A.C.Pigou'yu (The Theory of Unemployment,1933) ilave etmiştir. Temelde bu okulun görüşlerini benimsemekle birlikte, 1970-1980'li yıllarda ortaya çıkan ve klâsik iktisatçıların görüşlerini günümüz şartlarına uyarlayan bir çok ekonomist vardır. Chicago Üniversitesinden Robert Lucas, Stanford'tan Robert Hail, Thomas Sargent, John Taylor, Harvard'tan Robert Barro, Martin Feldstein ile Minnesota Üniversitesinden Edvvard Prescot ve Neil Wallace bunlar arasında sayılabilir. Bu kuşak "Yeni Klâsik Okul" olarak bilinmektedir. Klasik ekonomik görüş yanlıları, ekonomik sorunlara devlet müdahale ederse işlerin daha da kötüye gideceğini savunmuşlardır. Klâsik iktisatçılar, eğer müdahale edilmezse sorunların zaman içinde çözüme kavuşacağına inanmaktadırlar. Böyle bir beklentinin sebepleri 3 noktada toplanabilir. Her şeyden önce ekonomideki aktörlerin (hane halkları ve işletmeler), mevcut şartlar altında yapılması gerekeni yapmak isteyeceklerine, kendileri için en iyi çözümleri arayacaklarına inanılmaktadır. İkinci olarak, her kesimin beklentilerinin akılcı olduğu dikkate alınmaktadır. Bununla her kesimin, mevcut şartlar çerçevesinde, en uygun verileri kullanarak geleceğe ait en iyi tahminleri yapabilecekleri anlatılmaktadır. Netice olarak insanları uzun süre, hatta beki de hiçbir zaman aldatmak mümkün değildir. Üçüncü varsayım piyasaların işleyişi ile ilgilidir. Bu görüşün savunucularına göre piyasalar eninde sonunda dengeyi sağlayacaktır, yeter ki müdahale edilmesin. Firmalar ve işçilerin, daha iyi bir duruma gelebilmeleri için ücret ve fiyatları ayarlamaları mümkündür. Sonunda arz ve talep birbirine eşit olacak ve piyasalar dengeye kavuşacaktır. Bu varsayımların tabii bir sonucu olarak istek dışı işsizlik söz konusu olamaz. İş bulmak isteyen ücretini düşürür, malını satmak isteyen fiyatını indirir, piyasalar dengeye gelir. Herkesin bildiği gibi içinde yaşadığımız dünyada sorunlar bu kadar basit çözüm bulmamaktadır. Klâsik iktisatçılar da olayların bu şekilde gelişmediğini görmüşler ve bunun sebeplerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Makro ekonominin ve Keynes'in ortaya çıkışı 1930'lardaki büyük ekonomik bunalımla olmuştur. 1929-1933 yıllan arasında yaşanan buhran bütün Dünya' yı sarmış ve toplam üretim % 30'a varan oranda azalmıştır. Benzeri bir durum 1945'te İkinci Dünya Savaşı esnasında yaşanmıştır. Keynes, iktisadi buhranı takip eden yıllarda kısaca "Genel Teori" diye bilinen eserini yayınlamıştır. Bu eserinde Keynes, bireyler kendi çıkarlarını gözetseler de piyasaların neden her zaman dengede olmayacağını açıklamıştır. Bir örnek verilecek olursa işletmeler maliyetleri düşürmek amacıyla işgücü ücretlerini azaltmaya giderlerse daha çok niteliksiz işgücünü kullanmak zorunda kalabilirler, bu ise üretimde azalmalara yol açabilir. Bu açıdan ücret kısıntısına gitmek her zaman tavsiye edilmez. Sonunda üretim ve istihdamda dalgalanmalar olabilir. Keynes'i takip edenler arasında; Chicago'dan Milton Friedman, MIT'den Franco Modigliani, ve Robert Solow, Yale'den James Tobin'i sayabiliriz. Bunlar arasında yer alan Friedman' ın görüşleri günümüzde de etkisini sürdürmektedir. Friedman , Keynes'in ekonomik buhranları çok iyi açıkladığını ancak aynı açıklığı, enflasyon konusunda otaya koyamadığını ileri sürenler arasında başta gelmektedir. Keynes'in görüşlerini günümüze uyarlayan ve "Yeni Keynes'ci Görüş" adı altında toplanan bilim adamlarına örnek olarak California (Berkeley) Üniversitesinden George Akerlof ve Janet Yellen' i, Harvard' dan Greg Mankiw ve Larry Summers' i, Princeton' dan Ben Bernanke' i ve MIT' den (Massachusets Instirute of Technology) Olivier Blanchard'i gösterebiliriz. Anahtar Kavramlar Ekonomistler, on dokuzuncu yüzyılda ekonomik faaliyetler üzerinde çalışırken toplam üretimi gösteren düzenli rakamlar yoktu. Amerika Birleşik Devletlerinde ilk düzenli milli gelir istatistiklerinin başlangıç tarihi 1947 dir . Bu alana katkıları Harvard'tan Simon Kuznets (1971), Oxford'tan Richard Stone'a (1984) Nobel ödülü kazandırmıştır. Türkiye'de milli gelir istatistiklerinin hazırlanmasına 1935 yılında başlanmış ancak sürekli bir dizi elde edilememiştir. Her yıl devamlı olarak milli gelir istatistiklerinin yayınlanmasına 1954 yılında başlanmıştır. Önceleri yıllık olarak hazırlanan bu istatistikler 1980 yılından itibaren üçer aylık verilere göre yılda 4 defa hazırlanmaya başlamıştır. Türkiye'de milli gelir istatistikleri, Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hazırlanmaktadır. 1. Gayri Safı Yurt İçi Hasıla Bir ülkede ekonomik faaliyetin temel ölçüsü gayri safi yurt içi hasıladır(GSYİH). Bir ekonomide, belirli bir dönemde (üç ay, ya da bir yıl) üretilen nihaî mal ve hizmetlerin toplam değerine gayri safı yurt içi hasıla denir. Burada üç önemli ayrım yapılması gerekir. Bunlar nominal GSYİH, reel GSYİH ve kişi başına GSYİH dır. Nominal GSYİH, ekonomideki toplam çıktının değerini, çıktının üretildiği dönemdeki fiyatlarla ölçer. Herhangi bir dönemde üretilen toplam çıktı, temel bir yılın fiyatlarıyla ölçülürse reel GSYİH rakamı elde edilir. 2. İstihdam ve İşsizlik Reel GSYÎH' da ki değişmenin üçüncü kaynağı, elde var olan üretim faktörlerinin kullanılan miktarlarındaki değişmedir. Mevcut işgücü ve sermayenin tamamının kullanılması her zaman mümkün olmaz. Kullanılmayan kaynak atıl kalır. İstihdam edilmeyerek atıl kalan işgücü miktarının, yani işsiz sayılan nüfusun (U) toplam işgücüne (L) oranı, işsizlik oranım (u) verir. u = U/L Belirli bir dönemdeki mevcut işgücü miktarı, çalışan nüfusla (N), işsizlerin (U) toplamıdır. L=N+U Evvelce işsiz sayılarının tespiti, İş ve İşçi Bulma Kurumlarına yapılan baş vurular esas alınarak hesaplanırken, elde edilen verilerin yeterli olmaması sebebi ile terk edilmiştir. Günümüzde işgücü istatistikleri, bu amaçla hazırlanan anketler (Hane Halkı İşgücü Anketi) yardımıyla D.İ.E. tarafından yılda iki defa, nisan ve ekim aylarında, kent kesiminde 18 000, kırsalda 5000 olmak üzere tesadüfen seçilmiş 23 000 hane halkından toplanmakta ve değerlendirilmektedir. Anketin yapıldığı tarihte, gelir elde etmek kaydıyla bir işte istihdam edilenler veya işle ilişkisi devam edenler çalışan nüfusa dahil edilmektedir. Çalışabilecek durumda olduğu halde son hafta çalışmayan, veya bir işle ilişkisi devam etmeyen ve iş arayan nüfus, işsiz kabul edilmektedir. Cari ücret düzeyinde çalışmaya razı olduğu halde iş bulamayanlar, işsizlik oranı hesaplanırken işsiz kabul edilmekte ve dikkate alınmaktadırlar. Ancak iş imkanı olduğu halde verilen ücreti beğenmediği için işi kabul etmeyenler iradî işsiz sınıfına alınmakta ve işsiz kapsamında değerlendirilmemektedirler . Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, sadece iş arayanların işsiz sayılmasıdır. İşsiz olanlar, ancak iş aramayanlar veya iş bulduğu halde beğenmediğinden veya ücretini az bulduğundan kabul etmeyenler işsiz sınıfına dahil edilmemektedirler. Türkiye'de işsizlik oranları 1981-1990 yıllarında ortalama % 9 olmuştur. Daha sonraki yıllarda % 7'ler seviyesine inen oran, GSMH' nın düştüğü 1994 ve 1999 yıllarında % 8'e yaklaşmıştır. Bunun anlamı, çalışmak için müracaatta bulunan her 100 kişiden yaklaşık sekizinin iş bulamamasıdır. 3.Enflasyon, Büyüme ve İşsizlik Makro ekonomik performans konusunda 3 genel ölçü vardır : büyüme oranı, işsizlik oranı ve enflasyon oranı. Ekonominin uzun dönem performansının ölçülmesinde kullanılan bütün makro ekonomik göstergeler arasında en önemlisi, kişi başına reel GSYİH büyüme oranıdır. Bu oranın % 3 oranında artış göstermesi, kişi başına GSYÎH'nın 23 yılda ikiye katlanması demektir. Oran % 5 artarsa, kişi başına GSYİH 14 yılda iki katına çıkar. Büyüme oranlarındaki küçük farklar bile, yaşam standartlarında büyük oranda iyileşme meydana getirmektedir. Yüksek oranda işsizlik, toplum huzurunu bozar. İşsizlik oranı çift rakamlara yükseldiğinde, bir numaralı toplumsal sorun haline gelebilir. İşsizlik oranının bunun altında artması bile önemli bir sorun olabilir. Enflasyon, genel fiyat seviyesinde devamlı ve hissedilir bir yükseliş olarak tanımlanabilir. Enflasyon döneminde mal ve hizmet fiyatları sürekli artar. Kişilerin gelirlerinin artmasına rağmen enflasyonun istenmemesinin birinci sebebi budur. Enflasyonun toplumsal hayatı olumsuz yönde etkileyen başka yönleri de vardır. Diğer yandan büyüme oranının artması, mal ve hizmet üretiminin artması demektir. Bu aynı zamanda işsizlik oranının da azalmasına yol açar. Tablo 1.2'de, Türkiye'nin ekonomik performansındaki iyileşmenin giderek yavaşladığı gözlenmektedir. İki binli yıllara doğru büyüme oranı % 3.8'e inmiş, enflasyon oranı % 72'ye yükselmiştir. İşsizlik oranları önceki yıllara göre düşmekle birlikte çok az sayılmaz : % 7.4. Bu genel çerçeve içinde en önemli meselenin, yüksek enflasyon oranları olduğu görülmektedir. Türkiye planlı dönemlerin başlangıcındaki düşük enflasyon ve hızlı büyüme oranını yakalamayı başarabilecek midir ? Düşük enflasyon ve işsizlik oranı, yüksek oranlı büyüme hedeflerinin hepsini bir arada gerçekleştirmeyi sağlayacak politikalar var mıdır ? Varsa nelerdir ? Makro ekonominin üzerinde yoğunlaştığı sorular bunlardır. Tablo 1.2. Türkiye'de Dönemler İtibariyle Enflasyon, Büyüme ve İşsizlik Oranlan Dönemler Enflasyon oranı a (%) Yıllık büyüme b (%) işsizlik oranı (%) 1961 - 1970 6 6.0 * 1971-1980 35 3.6 8.1 1981-1990 44 5.3 9.0 1991 - 2000 72 3.8 7.4 * Yeterli istatistikler yok Notlar: a)TEFE deki yüzde değişme olarak hesaplanmıştır. b) Reel GSMH' daki yıllık değişme olarak hesaplanmıştır. Kaynak: D.İ.E., DPT 4.İktisadi Konjonktür ve Potansiyel Çıktı Seviyesi Enflasyon, büyüme ve işsizlik iktisadi konjonktür ile ilişkilidir. Toplam üretim miktarı her yıl aynı hızla artmayacağı gibi bazı yıllar azalması da mümkündür. Türkiye'de doksanlı yıllarda bu iki kez yaşanmıştır. Toplam üretim seviyesindeki dalgalı hareketlerin tümüne, konjonktür (İngilizce'de business cycles) denir. Daha önce belirtildiği gibi GSYİH zaman içinde üretim faktörlerinin miktarlarının artması veya daha verimli kullanılmaları neticesinde artar. Ancak ekonomideki kaynaklar (işgücü ve sermaye) her zaman tam olarak değerlendirilemeyebilir. Altmışlı yıllarda % 4-4.5'lik işsizlik tam istihdam olarak kabul edilmekteydi. Doksanlı yıllarda işgücüne dahil olan nüfusun kompozisyonunun değişmesi, sık olarak iş değiştiren gençlerin ve çalışan kadınların sayısının artması sonucunda % 5.5'lik işsizlik, tam istihdam kabul edilmiştir. Aynı şekilde mevcut sermayenin de % 100 değerlendirilmesi mümkün olmaz. İşgücü ve sermayenin kullanılan miktarlarının yıldan yıla farklılık göstermesi, potansiyel GSYÎH' dan sapmalara yol açar. Genişleme döneminde işgücü ve sermaye fazla kullanıldığından (vardiya usulü ile çalışmada olduğu gibi) potansiyelin de üzerine çıkmak mümkün olur. Gerileme döneminde ise bunun tersi olacak, üretim faktörleri tam olarak değerlendirilmediğinden potansiyel seviyenin altına inilecektir. Çıktı miktarının, potansiyel seviyesinden sapmalarına "çıktı boşluğu" (output gap) denir. Çıktı boşluğu = potansiyel çıktı - fiili çıktı 5.Faiz Oranları ve Para Arzı Konjonktürle birlikte hareket eden bir diğer değişken de faiz oranıdır. Faiz oranı, borç para veren banka veya kredi kuruluşlarının, verdikleri paranın kullanım karşılığı olarak talep ettikleri yıllık yüzde miktardır. Dar anlamda faiz, satın alma gücünün kiralanmasının bir karşılığıdır. Faizi, kişilere bugünkü tüketimlerini geleceğe ertelemek için verilmesi gereken ödül olarak tanımlayanlar da vardır. Faiz oranı, borç para verenlerin kaybını önlemek için enflasyon dönemlerinde artar. Enflasyon oranı (e), reel faiz oranı (fr) ve nominal (cari) faiz oranı (fn) arasındaki ilişki aşağıdaki gibidir: (1+e)(1+fr)=(1+fn) Bu eşitliğe Fisher eşitliği denir . Eşitlik yardımı ile reel faiz oranı aşağıdaki gibi hesaplanabilir : fr = fn-e / 1+e Faiz oranı konjonktürü takip eder; konjonktürün yükselmesine paralel olarak artar ve gerilemesine bağlı olarak azalır. Faiz oram, makro ekonomik değişkenler arasında çok sık değişen ve tahmini çok zor olan bir değişkendir. Faiz oranı ile ilişkili olan bir değişken de para arzıdır. İnsanların ceplerinde, bankalarda veya benzer finans kuruluşlarında tuttukları para miktarı, para arzını belirler. Belirli bir dönemde, piyasalarda bulunan para miktarı merkez bankası tarafından kontrol edilir. Piyasalarda bulunan para miktarındaki değişmelerin ekonomik dalgalanmalara yol açtığına inanılmaktadır. Normal şartlarda piyasadaki faiz oranının azalması, talep edilen para miktarını artırır. GSYÎH ve fiyat seviyesinin yüksek olması da para talebini artıran faktörlerdendir. 5.Makro Ekonomik Değişkenler Arasındaki İlişkiler Büyüme, işsizlik, enflasyon gibi makro ekonomik değişkenler arasında belirgin ilişkiler var mıdır ? Bu değişkenler arasındaki teorik ilişkileri, Türkiye ile ilgili rakamlara da bakmak suretiyle inceleyelim. 1 Büyüme ve İşsizlik GSYİH' da yüksek oranda büyüme ile işsizlik oranındaki azalma birlikte gözlenebilir. Büyüme ve işsizlik arasında, normal şartlarda rastlanan ilişki de bu yöndedir. Ancak bunun tersi de mümkündür. Yani bir taraftan ekonomik büyüme yavaşlar veya gerilerken, diğer taraftan işsizliğin arttığı durumlara da rastlanır. Durgunluk ve işsizliğin birlikte yaşandığı bu duruma ekonomide stagfilasyon denir. Şekil 1.2'de Türkiye'de 1980-2000 döneminde işsizlik ve ekonomik büyüme ilişkisi gösterilmiştir. Dik eksende işsizlik oranlarındaki değişmeler, yatay eksende ise aynı yıllarda reel fiyatlarla GSYÎH' da ki yıllık değişme oranları yer almaktadır. Örneğin Şeklin sol üst köşesinde, 1999 yılında GSYÎH' nın, bir önceki yıla göre % 5 oranında azaldığı, buna karşılık işsizlik oranının % 0,8 oranında arttığı görülmektedir. 1994 ve 1999 yılları, bir taraftan işsizlik artarken, diğer yandan toplam üretim seviyesinin düştüğü yıllardır. Okun Kanunu Okun kanunu, reel büyüme ile işsizlik arasındaki matematik ilişkiyi gösterir: ut-ut-ı=-ß(gyt- gy) Eşitliğin sol yanı, işsizlik oranındaki yıllık değişmeleri göstermektedir. Eşitlikte parantez içindeki ikinci terim ( ğy) ekonominin GSYÎH' sın da ki normal büyümeyi göstermektedir. Parantez önündeki işaret (|3), normal büyüme oranı üzerindeki büyümenin, işsizlik oranında meydana getireceği azalmayı işaret ermektedir. Örneğin (3 = 0.5 ise, normal büyüme oranı üzerindeki her % l' lik artış, işsizlik oranında yüzde yarım azalış sağlayacak demektir. Eşitlikteki katsayılar, ülkeden ülkeye ve aynı ülkede değişik zamanlarda farklılık gösterir. Her zaman için ve her ülke için geçerli tek bir eşitlik yoktur. Eşitlikteki sabitlerin, değişen koşullara göre yeniden araştırılması lazımdır. 2. Büyüme ve Enflasyon Talebi artırmak yoluyla ekonomide canlılık yaratma hedefi ve bu yönde geliştirilecek politikalar, eğer işsizlik fazla değilse enflasyonu artırma eğilimi gösterir. Tersi bir durum, yani talebin sürekli azalması, enflasyonun gerilemesine yol açar. Makro ekonomi teorisinde genel kabul bu olmakla birlikte, bir taraftan üretim düşerken diğer yandan enflasyonun arttığı durumlarda olabilir. (Bu durum 1994 ve 1999 yıllarında Türkiye'de yaşanmıştır.) 3. Enflasyon ve İşsizlik Enflasyon da işsizlik gibi başlıca ekonomik kaygılardan biridir. Bununla beraber enflasyonun maliyeti işsizlik kadar açık değildir. İşsizlik, direkt olarak potansiyel üretimin azalmasına yol açarken, enflasyonda açık bir üretim kaybından söz edilemez. Enflasyonun istenmemesinin sebepleri; tüketicilerin reel gelirlerini azaltması, piyasalarda fiyat ilişkilerini bozması, fiyat sisteminin etkinliğini azaltması, gelir dağılımındaki dengeyi bozmasıdır. Enflasyon ortamında bütün ücretler aynı oranda artmamakta, bu ise emekliler gibi sabit gelirlilerin yaşama şartlarını çok kötüleştirmektedir. Enflasyon, fiyatını devletin belirlediği bazı ürünleri etkilemeyince, piyasadaki fiyat ilişkileri bozulmaktadır. Gelir dilimleri enflasyona göre ayarlanamadığı durumlarda da reel gelirleri artmayan tüketiciler daha çok vergi ödemek durumunda kalabilirler. Enflasyonun bu etkileri, bazen işsizliğin tercih edilmesine sebep olmaktadır. Enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişki teorik olarak Phillips eğrisi ile açıklanmaktadır. Eğri, onu geliştiren İngiliz ekonomist A.VV.H.Phillips'in (1861-1957) adını taşımaktadır (Hyman, 1992,s.497). Phillips eğrisi, enflasyon ile işsizlik arasındaki ters orantıyı işaret etmektedir. Dik eksende enflasyon, yatay eksende işsizlik oranı yer aldığı taktirde Phillips eğrisi Şekil 1.3a 'de gösterildiği gibidir. Enflasyon yerine enflasyondaki değişme oranı (veya ücretlerdeki değişme oranı) dikkate alındığı taktirde (Şekil 1.3 b) Phillips eğrisi yatay ekseni kesecek tarzda uzayabilir. Eğrinin her iki şekli de yüksek seviyede bir işsizlik göz önüne alınarak enflasyonun düşürülebileceğini işaret etmektedir. Diğer taraftan işsizliğin azaltılması çabaları, enflasyonu artırma eğilimi gösterebilir. Phillips eğrisi ile açıklanan enflasyon, işsizlik ilişkisi daha ziyade kısa dönem için geçerlidir, uzun dönemde böyle bir ilişki söz konusu değildir . Türkiye şartlarında da bu bulgu geçerlidir. Şekil 1.4'te 1981-2000 yılları arasında Türkiye'de enflasyon ve işsizlik rakamları gösterilmiştir. Dikkat edileceği gibi, enflasyonun üç haneli rakama tırmandığı 1994 yılı bir kenara bırakılırsa, kısa dönemde enflasyon ve işsizlik ilişkisi, Phillips eğrisi ile tanımlandığı gibidir. 6. Toplam Talep ve Toplam Arz Makro ekonomi teorisinin özü, ekonominin temel piyasa değişkenleri karşısında nasıl etkilendiğini göstermektir. Bu konuda fikir yürütebilmek için öncelikle yeterli bir model geliştirmek gerekir. Model geliştirmek demek, ekonomik olayları şekil ve eşitliklerle açıklamak demektir. Bu modeller yardımıyla, piyasa mekanizması içinde tüketicilerin ve işletmelerin üretim, tüketim tercihlerinin ve diğer değişkenlerin hangi yönde gelişebileceği açıklanmış olacaktır. Enflasyon (%) Mikro ekonomi derslerinden bir malın denge tüketim seviyesinin, o malın arzını talebine eşitleyen miktar olduğunu biliyoruz. Talep ve arzın her ikisi de miktar ve fiyat ilişkisini göstermektedir. Talepte fiyat ve miktar ters orantılı, arz da ise doğru orantılıdır (diğer şartlar sabit). Makro ekonomide söz konusu olan bir malın fiyatı ve arzı değildir. Makro ekonomide mal denince ekonomideki bütün mallar, fiyat denince ekonomideki genel fiyat seviyesi anlaşılmaktadır. Mallar gayri safı üretim miktarı ile, fiyat ise endekslerle ifade edilmektedir. Makro ekonomide, altmışlı yılların sonuna kadar, büyük ölçüde talep yönü ağır basan politikalar hakimdi. Takip edilen politikalar talebi canlandırmaya yönelikti. Altmışlı yıllardan sonra arz yanlısı politikalar ağırlık taşımaya başladı. Sanayileşmiş ülkelerde, yetmişli yıllarda görülmeye başlanan yavaş büyüme ve yüksek enflasyon, bu değişikliğin başlıca sebebi olmuştur. Toplam talep, toplam harcamalar ile mal ve hizmetlerin fiyatları arasındaki ilişkiyi gösterir. İşsizlik önemli bir boyutta ise, toplam talepteki artış, fiyatlara önemli bir etki yapmadan üretim ve istihdamı artırabilir. Bu şartlar altında (1930 büyük ekonomik krizinde yaşandığı gibi) toplam talebi artırıcı, üretimi genişletici politikalar uygulanabilir. Ancak ekonomi tam istihdama yakınsa, toplam talepteki artış, fiyatların ve neticede enflasyonun yükselmesine yol açabilir. Bu durumda arzla ilgili politikalar ilgi odağı oluşturur. Ekonominin toplam arz eğrisi, firmaların ürettikleri çıktı miktarı ile genel fiyat seviyesi arasındaki ilişkiyi yansıtır. Arzdaki ani değişmeler (1970 yılında dünya petrol fiyatlarındaki artışlarda olduğu gibi), üretimin azalmasına ve fiyatların artmasına yol açabilir. Diğer taraftan verimlilik artışı sağlayan politikalar sayesinde, belirli bir fiyat seviyesinde daha çok üretim yapılabilir, bu ise enflasyonu azaltacaktır. Yukarda yapılan açıklamaları, şekil yardımı ile göstermek mümkündür. Arz ve talep eğrileri, mikro ekonomi derslerindekilere benzerler, aradaki fark makro ekonomide arz ve talebin, ekonomideki toplam mal arz ve talebini göstermesidir. İlerdeki bölümlerde verilecek bilgiler eşliğinde, bu eğrilerin ne anlama geldikleri daha iyi anlaşılacaktır. Şekil 1.5'te TT eğrisi, ekonomideki toplam mal ve hizmet talebini (veya kısaca mal talebini) göstermektedir. TT, genel fiyat seviyesine bağlıdır. Bu eğri, para ve maliye politikaları ile sağa (talebin artması durumu), sola (talebin azalması durumu) kaydırılabilir. TA eğrisi, her bir çıktı seviyesine karşılık gelen fiyatları işaret eder ve bir dereceye kadar maliye politikaları ile kaydırılabilir. Şekil 1.5. Toplam Talep ve Toplam Arz Eğrileri Toplam talep ve toplam arz, karşılıklı etkileşimleri sonucunda fiyat ve üretim (çıktı) seviyelerini belirler. Şekil 1.5'te P0 denge durumunda fiyat seviyesini, Y0 ise denge durumunda üretim seviyesini göstermektedir. Ekonomide mal ve hizmetlere olan toplam talep herhangi bir sebeple artarsa (TT eğrisi sağa kayarsa), hem fiyat seviyesi, hem de üretim miktarı artar.(Bunu kalem, kâğıt yardımıyla çizerek görünüz.) Fiyat ve üretim düzeylerindeki bu artışların, toplam arz eğrisinin eğimine bağlı olduğuna dikkat ediniz. Toplam arz eğrisinin elastikiyeti azsa ( yani eğri dik ise ), toplam talebin artması durumunda fiyatlardaki artış, üretimdeki artışa oranla çok daha fazla olacaktır. TA eğrisinin elastikiyeti fazla ise (eğri yataysa), toplam talebin artması durumunda üretim seviyesindeki artış, fiyatlardaki artıştan daha fazla olacaktır. (Bütün bu durumları çizerek görünüz.) Makro ekonomi uygulamalarının can alıcı noktalarından biri, TA eğrisinin Şekil 1.5'te gösterildiği gibi "doğru" biçiminde olmamasıdır. Şekil 1.6'da bu durum gösterilmiştir. Potansiyel çıktı düzeyinden (Y) az çıktı düzeylerinde, TA eğrisi oldukça düzdür. Üretim, potansiyel seviyesinin altında iken, talebin artması durumunda fiyatlardaki yükselme fazla değildir. Üretim potansiyel düzeyin üzerinde ise, talebin artması fiyatları hızla artıracak ancak üretim seviyesindeki artış fazla olmayacaktır. Bu açıklamalardan anlaşılabileceği gibi toplam talepteki artışın üretim miktarı ve fiyat seviyelerine etkileri, fiili üretim düzeyinin, potansiyel üretim düzeyinin neresinde olduğuna bağlıdır. Ekonominin, olabileceği seviyenin çok altında bulunması, bir başka ifade ile ekonomik faaliyetin potansiyel üretim seviyesinin altında cereyan etmesi, ülkenin sermaye varlığının ve işgücünün yeterince değerlendirilemediğini, kaynakların önemli bir bölümünün atıl kaldığını gösterir. İşletmelerin üretimlerini artırmaları için, ürün fiyatlarının elverişli olması gerekir. Çünkü üretimin kârlı olması için maliyetinin üzerinde bir fiyatın elde edilmesi şarttır. Aksi taktirde işletmelerin kâr elde etmesi mümkün olmaz ve üretimin artması beklenmez. Ekonomi potansiyel üretim seviyesine yaklaştıkça, arz eğrisinin eğimi de artar, yani arz eğrisi daha dik bir konuma gelir. Bunun pratikte anlamı şudur : potansiyel üretim seviyesine yaklaşılmakta yani kapasite kullanımı artmaktadır. Tam kapasiteye yaklaştıkça belli işler için kalifiye eleman bulunması güçleşir, ilave kalifiye eleman çalıştırılması eskisi kadar kolay ve ucuz olmaz. Aynı şekilde tam kapasiteye yaklaştıkça sermaye de entansif biçimde kullanılmaktadır. Bir taraftan işgücünün ve sermayenin marjinal verimliliği azalıp, diğer yandan fiyatlarının yükselmesi, üretim masraflarının hızla artmasına sebep olur. Böyle bir ortamda üretimin daha da artırılması için ürün fiyatının, artan üretim masraflarını karşılayacak ve işletmeye kâr sağlayacak seviyede olması gerekir. Bu seviye arz eğrisinin eğiminin azaldığı, yani arz eğrisinin dikleştiği üretim seviyelerine karşılık gelen fiyat seviyeleridir. Arzın bu konumunda üretimdeki küçük artışlar bile, fiyatlardaki aşın yükselmelerle mümkün olabilir. Konu Zooteknist tarafından (21.04.2009 Saat 17:08 ) değiştirilmiştir. |
Sponsorlar/Google Reklamları |
Bu alandan sitenizi, ürünlerinizi tanıtabilirsiniz. Bilgi almak ve reklam vermek için bize ulaşın.
|
Etiket (Tag) Ekle |
ekonomi, makro, mikro ve makro ekonomi |
Seçenekler | |
Stil | |
|